Seyr u Sülük

Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı Rabbânî; "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eşyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu, seyr-i âfâkîde ele geçen şeylerin bir hiç mesâbesinde olduğunu belirtmiştir.

Ebû Saîd-i Harrâz; "Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur." demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî, "Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah'ın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır." buyurmuştur.

Allah'ın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah'ın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allah’a kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir." demiştir.

Allah’a doğru olan yolda ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de içine alan tasavvuf yolculuğuna seyr-i ilallah denilmektedir.

Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî; "Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allah'ın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah'ın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz." demiştir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî; "Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeye bağlıdır." buyurmuştur. Seyr-i murâd (murâdların, seçilmişlerin Allah'ın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol) ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalp hastalıklarına (kalbin Allah’dan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir.

Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh; "Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makâmı, peygamberlere mahsûstur." demiştir.

KURB : Yakınlık, yakın olmak demektir ki, Abdülganî Nablüsî; "Allah’a farzlarla hâsıl olan kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptıkları farzlar hâsıl eder." demiştir. İmâm-ı Rabbânî, kurb ve visâl (kavuşma) lezzetinin Cennet nîmetlerinin lezzetinden ziyâde olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbının da Cehennem azâbından beter olduğunu ifâde etmiş, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzların kurb hâsıl etmesi için, nâfile ibâdetleri de yapmanın şart olduğunu belirtmiştir.

Allah’a yakın olmak, vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî terimiyle de ifâde olunur ki, Abdullah-ı Ensârî bunun; Allah’dan başka her şeyi unutmak olan fenâdan sonra, Allah tarafından, evliyâsına ihsân olunacağını beyân etmiştir. Kurb-i nübüvvet ve kurb-i velâyet olmak üzere iki türlü kurb vardır. Kurb-i nübüvvet, nübüvvet kemâlâtına, olgunluklarına kavuşma, nübüvvet yolu ile Hakk'a erme demektir. İmâm-ı Rabbânî'nin belirttiğine göre, kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve bunların arkadaşı olan sahâbîleri Allah’a bu yoldan kavuşmuşlardır.

Allah’dan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma, kurb-i velâyet adını alır. Yine İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, bir velînin kurb-i velâyet yolunda ilerleyerek, kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, yâni her iki yoldan feyz alması câizdir.

Bir de kurb-i ebdân tâbiri vardır ki, bedenlerin birbirine yakın olması, yakın bulunmak demektir. Kurb-i ebdânın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki, Rasûlullah efendimizin sohbetinde bulunmayan hiç bir velî, bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Rasûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Büyük İslâm âlimi Abdullah bin Mübârek hazretlerinden; "Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" diye soruldu. Cevap olarak; "Hazret-i Muâviye, Rasûlullah efendimizin yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir." buyurdu. İmâm-ı Rabbânî; "Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalı. Nîmetlerin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakınlık sebeplerini elden bırakmamalıdır." buyurmuştur.

Hiç yorum yok: