Rabıta Adabı

Mürid, mürşidini Allah ile kendisi arasında güvenilir bir rehber görmelidir. Onun Allah rızasına giden yolda en güzel bir vasıta ve vesile olduğunu unutmamalıdır.

Mürşidin uzaktan feyiz vermesi, kalplere tasarrufta bulunması Allahu Teala’nın kâmil velilere verdiği özel bir yetkidir. Allahu Teala velisini seven ve gönlünü onun gönlündeki nura bağlayan kimseye çok özel ikramlarda bulunmaktadır. Buna uzaklık mani değildir. Bunun örnekleri çoktur.

Mesela, Veysel Karanî Hz.leri Resûlullah (s.a.v) Efendimizi hiç görmediği hâlde muhabbet ve ruhaniyet yoluyla kendisinden özel terbiye ve feyiz almıştır. Efendimiz (s.a.v) onu ashabına anlatmış, ismini vermiş, sıfatlarından bahsetmiştir. Ayrıca Hz. Ömer ile Hz. Ali’ye onu ziyaret etmelerini emretmiş ve onlara şu tavsiyede bulunmuştur: “Onunla karşılaştığınız zaman sizin için istiğfar etmesini isteyin ki Allah sizi affetsin

işte bu hâle temiz ruhların tanışması, kaynaşması ve yardımlaşması denir. Zaten rabıta birbirini seven ve özleyen ruhların buluşmasından ibarettir.Kâmil mürşidin uzaktaki müridinin hâllerini Allah’ın izniyle bilmesi ve görmesi mümkündür. Ancak bu görme ve bilme şekli sınırlıdır. Mürşidin Allahu Teala gibi her şeyi gördüğünü ve bildiğini düşünmek haramdır, şirktir. Mürşiddeki bütün yetkiler, feyiz ve nurlar Allahu Teala’nın ikramıdır.

Şah-ı Nakşibend (k.s) bu görüşün nasıl olduğunu şöyle belirtmiştir:“Veliler her gördüklerini Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ikram ettiği feraset nuru ile görürler. Öyle ki bu nur ile baktıklarında uzak ile yakının bir farkı olmaz.”

Kâmil mürşidin sahip olduğu yüksek ahlak, feyiz ve nurlar onun ruhâniyetinden ayrılmaz. Bu ruhaniyet zaman ve mekân ile bağımlı ve sınırlı değildir. Allahu Teala dilediği kullarına bu ruhaniyet yoluyla pek çok faydalar ulaştırır.

İmam-ı Rabbani’nin (k.s) belirttiği gibi; bu faydadan bazen mürşidin de haberi olmayabilir. Bir mürid, devam ettiği rabıtasında şeyhinin sûretini düşünürken müşahede veya kendinden geçme (gaybet) gibi manevi hâllere ulaşırsa rabıtayı bırakıp gelen hâle yönelmesi gerekir.

Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerinin müridlerinden birisi huzurunda rabıta yapıyordu. Bir ara müridde manevi hâl zuhur etti. Fakat mürid hâlâ rabıta ile meşgul olmaya çalışıyordu. Şah-ı Nakşibend (k.s) durumu fark etti, müride hitaben: “Bana rabıtayı bırak, sana gelen hâle yönel!” diye uyardı.

Mürid, bir vasıta olmadan Cenab-ı Haktan vasıtasız ilim ve feyz alma gücüne ulaşamadıkça daima râbıtaya muhtaçtır. Arada bir vasıta olmadan feyz almaya güç yetirince vasıtanın terk edilmesi gerekir. Zira o hâlde vasıtayla uğraşılacak olursa netice manevi gerilemeye gider. Ancak rabıtanın bırakılacağı zamanı mürid değil, mürşid belirler. Râbıtada mürşid ile mürid arasına kimse giremez, himmet dağıtamaz. Bana yönel ki seni mürşidle buluşturayım, gibi sözler doğru değildir. Mürşidin sağlığında ondan başkasına râbıta edilmez. Bu iş ortaklık kabul etmez. Rabıtayı vasıta olmaktan çıkarıp gaye hâline getirmek yanlıştır.

Rabıtadan asıl maksat mürşidi düşünmek değil, onda tecelli eden ilahi nur ve rahmeti seyredip Yüce Allah’ı zikretmektir. Vesilelerin maksat kabul edilmeleri doğru değildir. Vesileye muhabbet, Allah sevgisine vesile olursa, kıymetlidir. Yoksa, hayırlı vesile olmaktan çıkar, kalbe perde olur, sahibine zarar verir.

RABITAYI BOZAN DURUMLAR

İnsan kalbi çok hassas ve hareketlidir, devamlı değişim içindedir. Mürid her zaman aynı derecede uyanık ve sevgi içinde rabıta yapamayabilir. Bazen rabıta bozulur, zayıflar ve etkisi iyice azalır. Bunun müridden ve dışardan kaynaklanan bazı sebepleri vardır. Bunlar kısaca şunlardır:

1-Mürşid hakkında şüpheye düşmek.

Bu hâlden kurtulmanın çaresi sık sık tövbe tazeleyip mürşidle kalp bağını kuvvetlendirmektir. Mürşid hakkında kalbe gelen vesveselere aldırış etmemelidir. Allahu Teala’dan özel yardım istemeli ve kalbinin haktan kaymaması için dua etmelidir.

2-Mürşidden başkasının etkisinde kalmak ve gönlünü başka birisine kaptırmak.

Bu hâlin tedavisi, kendisini şeyhinden uzaklaştıracak her şeyden gözünü ve gönlünü çekmektir. Mümkünse bizzat mürşidinin yanına gitmeli, onun nazarları altına girmeli, böylece sevgisini kuvvetlendirmelidir. Bu mümkün değilse hayalen mürşidi ile beraber olduğunu düşünmelidir.

3-Büyük günah işlemekten meydana gelen gaflet ve ümitsizlik.

Bu hâlin çaresi, nefsi devamlı hayırlı amellere sevk etmek, haram ve boş işlerden el çekmektir. Bununla birlikte kişi günde yetmiş defa günah işlese bile, yetmiş defa Allah’a tövbe etmelidir. Hiçbir hâlde ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmemelidir. Mürid nefsine mağlup oldukça daha fazla manevi desteğe muhtaç olduğunu anlamalı, günahlarla zayıf düşen kalbinin kuvvetlenmesi için zikir, istiğfar ve rabıtaya sarılmalıdır.

4-Velilere itiraz ve düşmanlık yapan kimselere yaklaşmak ve onlara kulak vermek.

Mürid en büyük zararı Allah dostlarını inkar eden, hafife alan ve onlara karşı edep dışı davranan kimselerden görür. Nefis kötü ve olumsuz şeylere hemen yönelir. Öyle ki insan Allah dostlarının güzel hâlleri hakkında bin söz dinlese, peşinden bir münkirin onları küçük düşürecek bir sözünü işitse nefis bin hak sözü bırakır, bir boş söze takılır, onunla kalbin huzurunu kaçırır. Bunun için münkirden kaçmalı, edepli, muhabbetli ve Allah dostlarıyla rabıtası kuvvetli salih insanlara yakın olmalıdır.

Sadatlar, sofileri en çok münkirlere karşı uyarmışlar ve sohbetlerinde şöyle demişlerdir: “Bir kimse papazla oturup kalksa, aynı kaptan, aynı kaşıkla yese içse, ondan gördüğü zarar, bir münkirden gördüğü zararın yanında hiç kalır.”


Kaynak: Arifler Yolunun Edebleri

Hiç yorum yok: